. facebook
.

{[name_search]}

{[search_show_opts]}
  • Taziye{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    Yozgat'ta ikamet eden Kozan Köyü halkından merhum Duran Cılızoğlu'nun vefatını öğrenmiş bulunmaktayım. Kendisine Allahtan rahmet,kederli ailesine,sevenlerine,Kozanlılara sabır ve başsağlığı diliyorum.

  • DÖRT MUM{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    DÖRT MUM

    DÖRT MUM YAVAŞÇA YANIYORDU

    ORTAM ÇOK SESSİZDİ, KONUŞMALARI DUYULUYORDU

    İlki konuştu;

    BEN “BARIŞIM”

    HİÇ KİMSE BENİM YANIK KALMAMI SAĞLAMAYA ÇALIŞMIYOR,

    İNANIYORUM Kİ SÖNECEĞİM



    Alevi azaldı ve söndü


    İkincisi konuştu;

    BEN “İNANCIM”

    NEREDEYSE HERKES, BENİ ARTIK GEREKLİ GÖRMÜYOR ,

    O NEDENLE DAHA FAZLA YANIK KALMAMA HİÇ GEREK YOK



    Konuşmasını bitirdi ve söndü




    üçüncü mum da;

    BEN “SEVGİYİM”

    YANIK KALMAK İÇİN GÜCÜM YOK İNSANLAR BENİ BİR KENARA BIRAKTI VE ÖNEMİMİ ANLAMADI KENDİLERİNE EN YAKIN OLANLARI BİLE SEVMEYİ UNUTTULAR

    dedi ve oda söndü


    Ansızın;

    Bir çocuk odaya girdi ve üç mumun yanmadığını gördü.

    ”NEDEN YANMIYORSUNUZ? SİZİN SONUNA KADAR YANMANIZ GEREKİR."

    dedi ve ağlamaya başladı.



    KORKMA, BEN HÂLÂ YANIYORUM DİĞER MUMLARI YENİDEN YAKABİLİRİZ,

    BEN “UMUDUM”

    dedi.






    dördüncü mum çocuğa döndü ve;

    PARLAYAN GÖZLERLE, ÇOCUK UMUT MUMUNU ALDI VE DİĞER MUMLARI TEKRAR YAKTI

    UMUDUN

    ALEVİ YAŞAMINIZDAN HİÇ EKSİLMESİN!!!

  • {[search_results_topic_info]}
    ÖNYARGILI OLMAMAK


    Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi.
    Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
    Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı.

    Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa'yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti.
    İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu.
    Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F?
    (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.

    Bayan Mediha'nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa'nın kayıtlarını en sona bıraktı.
    Ancak, onun hayatını göz den geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

    Mustafa'nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
    Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk.
    Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli.
    Onun etrafta olması çok eğlenceli?

    İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa mükemmel bir öğrenci,
    sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.

    Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa'nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.

    Mustafa'nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
    'Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor.
    Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.

    Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı .
    Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu.

    Mustafa'nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti.
    Mustafa'nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı ile beceriksizce sarılmıştı.
    Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu.

    Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı.
    Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi.
    Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü.

    Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
    Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
    Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı.
    O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı.
    Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı.

    Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi.
    Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu.
    Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu.

    Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

    Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

    Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı.
    Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

    Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı.
    Yine Bayan Mediha'nın tüm yaşamında ki en iyi ve en favori öğretmen olduğunu yazmıştı.

    Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektu p geldi.
    Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu.
    Mektup söyle imzalanmıştı,Y.Doç. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)

    Öykü burada bitmiyor.
    Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
    Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu.
    Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan Mediha'nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.

    Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
    Taşları düşmüş olan o bileziği takti.
    Dahası, Mustafa'nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
    Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha'nın kulağına şöyle fısıldadı,

    'Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.
    Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebile ceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim'

    Bayan Mediha, gözlerinde yaşlarla fısıldadı, söyle dedi, Mustafa, yanlış şeylere sahiptim.
    Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin.
    Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum'.

    Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın.
    Bunu iletin, birinin yüreğini ısıtın,
    hayatında bir fark oluşturmaya çalışsın...



    --------------------------------------------------------------------------------
  • Onlarda Çocuk{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    Onlarda Çocuk


    Onlarda çocuk
    Onlarda çocuklardır
    Onlarında kafalarında aynı resimler vardır
    Aynı masal kahramanları
    Onların da bir anneleri bir babaları vardır
    Onların da elleri yumuk yumuk
    Onların da gözleri / gözleri ki hey canını sevdiğim gözleri
    Onlarında gözleri dünyanın en güzel şeyleridir.

    Ama onlar bilmezler meyveli dondurmayı
    ve çikolatanın envayi çeşidini
    Play station kahramanları yoktur onların
    Oyuncak isteyemezler mesela babalarından
    Uykuya yatmadan önce anneleri onların
    Masal okuyup öpemez göçük yanaklarından
    anlatan olmaz oralarda onlara;
    Yatmadan önce bir bardak sıcak sütün
    ve dişlerini fırçalamanın gerekliliğini
    Çünkü onlar tek birşey isterler Tanrıdan
    Sadece tek bir şey isterler yaşlı bilgeler gibi;
    yaşamda bir gün daha kalabilmeyi
    Olmasa da oyun bahçeleri, faks modemleri
    Olmasa da uzaktan kumandalı askerleri
    Sadece tek bir şey isterler Allah Babadan;
    annelerinin / babalarının bir de
    bu gün de ölmeden eve dönebilmelerini
    ve gelirken bir avuç bulgur ya da
    arpa küspesi getirebilmelerini
    ve american yapımı güdümlü bir füzenin
    Tanrım bir gece daha üzerlerine düşmemesini

    Onlar da çocuk
    Onlar da çocuklardır
    Onlar da çocuk, senin gördüğün rüyaları görürler uykularında
    Onlar da senin gibi aynı resimleri çizerler boş kağıda
    Onların da gözleri dünyanın en güzel şeyleridir
    Gözleri ki hey canını sevdiğim gözleri
    Gözleriniz güzel çocuk, gözleriniz tüm insanlığın ümitleri
    Onların oyun yeri savaş kalıntıları ve kurak topraklardır
    ve oralarda bir çocuğun en sadık ve en sabırlı arkadaşı,
    yarı emperyalist akbabalardır.
    Yani izlediğin o masallarda anlatılanlar senden çok,
    onların hayatlarından çalınanlardır.


    Hayrettin Turan

  • ÜÇ DİL{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    ÜÇ DİL

    En azından üç dil bileceksin
    En azından üç dilde
    Ana avrat dümdüz gideceksin
    En azından üç dil bileceksin
    En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
    En azından üç dil
    Birisi ana dilin
    Elin ayağın kadar senin
    Ana sütü gibi tatlı
    Ana sütü gibi bedava
    Nenniler, masallar, küfürler de caba
    Ötekiler yedi kat yabancı
    Her kelime arslan ağzında
    Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
    Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
    Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
    Her kelimede bir kat daha artacaksın

    En azından üç dil bileceksin
    En azından üç dilde
    Canımın içi demesini
    Canım ağzıma geldi demesini
    Kırmızı gülün alı var demesini
    Nerden ince ise ordan kopsun demesini
    Atın ölümü arpadan olsun demesini
    Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
    İnsanın insanı sömürmesi
    Rezilliğin dik âlâsı demesini
    Ne demesi be
    Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin

    En azından üç dil bileceksin
    En azından üç dilde
    Ana avrat dümdüz gideceksin
    En azından üç dil
    Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
    Ne şu ne busun
    Oğlum Mernuş
    Sen otobüsü kaçırmış
    bir milletin çocuğusun.

    Şiir: Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

  • {[search_results_topic_info]}

    Öğrenmenin yaşı

    Yaş 5: Annemle babamın birbirlerine bağırmasının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
    Yaş 12: Bir şeyin değerini anlamam için, ondan bir süre yoksun kalmak gerektiğini öğrendim.
    Yaş 15: Bazen, hayvanların kalbinin insanlardan daha fazla işittiğini öğrendim.
    Yaş 18: Hayatın, keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.
    Yaş 24: Aşkın kalbimi kırabileceğini, ama buna değdiğini öğrendim.
    Yaş 33: Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun, ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.
    Yaş 36: Önemli olanın, başkalarının benim için düşündükleri değil, benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.
    Yaş 38: Eşimin beni hâlâ sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında, küçüğünü almasından öğrendim.
    Yaş 41: Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.
    Yaş 44: Annemin, beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim.
    Yaş 46: Yalnızca minik bir kart göndererek bile, birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.
    Yaş 50: Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerden öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.
    Yaş 53: İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.
    Yaş 55: Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almak gerektiğini öğrendim.
    Yaş 64: Mutluluğun, parfüm gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına veremeyeceğimi öğrendim.
    Yaş 70: İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha büyük bir önem taşıdığını öğrendim.
    Yaş 82: Sancılar içinde kıvransam bile, başkalarına baş ağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.
    Yaş 90: Kiminle evleneceğim kararının, hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.
    Yaş 95: Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.
    "Dün sabaha karşı kendimle konuştum / Ben hep kendime çıkan bir yokuştum / Yokuşun başında bir düşman vardı / Onu vurmaya gittim / Kendimle vuruştum" Özdemir Asaf

    Nazlı Ilıcak_Sabah

  • {[search_results_topic_info]}

    Filistin halkıyla dayanışma nasıl olmalı?!


    Biz tarlaları ekiyoruz – Onlar yakıyor.
    Biz evleri inşa ediyoruz – Onlar yıkıyor.
    Biz çocukları dünyaya getiriyoruz – Onlar öldürüyor.
    Onlar ülkemizi ve yaşamımızı çalmak istiyor!
    Demokratik kamuoyunda Gazze Şeridi dünyanın en büyük cezaevi olarak tanımlanıyor. 10x40 kilometrelik bir alanda 1.5 milyon insan bir buçuk yıldır hapsedilmiş durumda. Gazze Şeridi’nin sınırları İsrail ve Mısır’ın kontrolü altında. Besin, su, ilaç, akaryakıt ve diğer bütün gereksinimler İsrail ve Mısır’ın izni olmaksızın bölgeye sokulmuyor. Uluslararası yardım kuruluşları da bölgeye ne karadan ne de denizden giremiyorlar. Yani saldırı başlamadan önce de Gazze Şeridi’nde insanlık dramı yaşanıyordu.
    Bugün bütün ülkelerin liderlerinin, uluslararası kurumları sözcülerinin İsrail’e karşı yaptıkları “sert açıklamalar” iki yüzlü tutumlarını örtme çabasından başka bir şey değil. Aynı “sert açıklamaları” iki yıl önce, Siyonist İsrail ordusunun 12 Temmuz – 14 Ağustos arası Lübnan’a karşı sürdüğü saldırıda da yapılmıştı. 34 gün içinde 1500 insan katledilmiş ve 5 bin civarında insan yaralanmıştı.
    Saldırıya gerekçe ve reaksiyonlar harfiyen aynıydı: İsrail, Hizbullah’ın roket saldırılarını gerekçe göstererek on gün boyunca Lübnan’ı bombalamış ardından kara harekatı başlatmıştı. Bütün emperyalist ülkeler, “İsrail kendini savunuyor” diyerek asıl suçlunun Lübnan’daki Hizbullahçılar olduğunu ileri sürmüşlerdi. Lübnan’da yaşanan vahşetin boyutlarının kamuoyuna yansıması ardından, İsrail ve ordusu “orantısız güç” kullanmakla eleştirilmişti.
    Saldırının altıncı gününde toplanan G8 Zirve’sinden herhangi bir eleştiri gelmediği gibi BM Güvenlik Konseyi ABD’nin vetosu nedeniyle ne saldırı mahkum edilmişti ne de ateşkes teklifi için karar bile almamıştı! “Lübnan’ı yerle bir edeceğiz, taş çağına dönüştüreceğiz” diye hedefini çok açık ifade eden Siyonist İsrail devleti, bunu gerçekleştirdikten sonra “orantısız güç”(!) kullandığı gerekçesiyle bazı ülkeler tarafından eleştirilmiş ve Lübnan’ın işgali anlamına gelen “Barış Gücü”nün oluşturulmasına geçilmişti. Bugün AB ülkelerinden 7 bini karada ve 1500 denizde ve 500 havada olmak üzere toplam 9 bin asker Lübnan’ı işgal etmiş durumda.
    Lübnan’ın sözde “Barış Gücü” tarafından işgal edilmiş olması bugün İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırmasını kolaylaştırdı, en azından ikinci cephe açılmadı. İşgalin bir diğer anlamının Suriye ve İran’ın ablukaya alınması olduğunu ve yeni saldırılara zemin hazırladığını daha önce de gazetemizde yazmıştık.
    İsrail’in Lübnan’a saldırısını hatırlatmaktaki maksadımız Gazze Şeridi’nin başına önümüzdeki günlerde geleceklere dikkat çekmekti. AB ülkeleri Gazze Şeridi için “Barış Gücü” oluşturulmasını talep ediyorlar. Yani Gazze Şeridi’nin 1967 yılından bu yana devam eden işgali AB’ye geçecek. AB bu tutumuyla İsrail’e destek olacağı gibi diğer yanda bölgeye ciddi bir askeri güç olarak iyice yerleşecek. BOP ve GOP politikalarının yürürlüğe konulmasında AB askeri güçlerinin çok ciddi görevler üstlenecekleri ortada.
    Filistinli kaynaklar 27 Aralık gününden bu yana aralıksız devam eden saldırılarda 525 insanın katledildiğini ve 2500 insanın ise yaralandığını açıkladılar. İsrail’in Gazze Şeridi’ne hava saldırılarının ve kara harekatının daha ne kadar devam edeceği henüz bilinmiyor...
    Bugün Filistin halkıyla dayanışmak için bütün ülkelerde sokağa çıkan yüz binlerce insan yapacakları en doğru iş ilk etapta kendi hükümetlerine karşı mücadele etmek olmalı. İsrail’de, kara harekatının başladığı gün, on binlerce insan hükümetlerine karşı sokağa çıktılar. “İşgal’e son, barış için müzakereye”, “Hemen Barış İstiyoruz”, “Başka bir halkı ezmek istemiyoruz”, “Bekle Barak sıra sana da gelecek” gibi sloganlarla yapılan gösteri İsrail’in içten içe kaynadığını gösteriyor.
    Bölgedeki Arap ülkelerinde yapılan gösterilerde benzeri durum yaşandı. Gösterilere katılanlar sadece kendi işbirlikçi yöneticilerine karşı tepkilerini dile getirmediler, bölgede Mısır ve Türkiye gibi İsrail’le içli dışlı olan ülkelerin ikiyüzlü tutumları da sorgulandı yapılan konuşmalarda! Faslı emekçilerin gösterisinde, Türkiye’nin neden İsrail’e Konya ovasını talim için açtığı, neden silah alışverişinde bulunduğu sorgulandı!
    Gösterilerde AB’nin ikiyüzlü tutumu da sorgulanıyor! Örneğin Almanya’nın İsrail’e neden hâlâ silah sattığı ve bu silahların neden üçte birinin Alman devleti, üçte birinin ABD tarafından finanse edildiği de sorgulanıyor!
    Bu gösteriler ve tepkiler bize Filistin halkıyla dayanışmak için ilk önce yaşadığımız ülkedeki hükümetlerin politikasında değişiklik yapmaları için mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyor. Alanlara çıkıp kanlı bebek maketlerini taşımanın, İsrail bayraklarını yakmanın ne yazık ki duygusal bir tepkinin ifade edilmesinden öteye bir etkisi olmuyor! Alanlarda tekbir getirmenin, “Allah İsrail’i kahretsin” diye slogan atmanın da pek bir faydası olmadığı 1946’dan bu yana görülüyor!
    İsrail’le ikili askeri ve ticaret sözleşmeleri yürürlükte kaldığı sürece Başbakan Erdoğan’ın, “İsrail döktüğü kanda boğulacaktır” sözü bir anlam ifade etmiyor. Almanya, İsrail’e silah hibe ettiği sürece, ülkenin bazı politikacılarının “İsrail orantısız şiddet kullanmamalı” sözü Filistin halkı için güven ve barış değil savaş ve ölüm anlamına geliyor!
    İsrail bugün tek başına “ABD’nin Ortadoğu’daki tasmalı köpeği” değil. AB ve ABD’nin emrinde daha fazla “tasmalı köpek” var, bunlara karşı mücadele edilmediği ve “tasmalı köpek” olma gibi aşağılık rolden kurtulmadığı süre kan ağlayan sadece Filistin halkı olmayacak, sıra diğer halklara da gelecek!

    Serdar Derventli

  • {[search_results_topic_info]}

    MUTLAKA OKUNMALI SONUNA KADAR....


    Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.


    Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
    - Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?


    Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
    - Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
    - Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
    - Ahmet arkadaşımız var ya…
    - Evet, ne olmuş Ahmet'e?
    - Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
    - Eee?
    - Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?


    Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.


    Nurhan Öğretmen:
    - Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
    - Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
    - Nerede çalışıyorsun?
    - Simit satıyorum.



    Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.


    Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:
    - Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
    - Çok zengin bir işadamı…
    - Niçin?
    - İnsanlara daha çok yardım etmek için…
    - Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?
    - Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
    — Neden olmaz?
    — Üç sebepten dolayı olmaz.


    Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.


    İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.


    Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.


    Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
    - Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.


    - Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?


    Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.


    Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.

    Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.


    Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.


    Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti
    ALINTI

  • FIKRA{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}


    Doktoru çıldırtan hasta..??? #1

    neyiniz var ?
    - kimsem yok. çok yalnızım doktor. öle yalnızım ki gölgem bile çıkmıyor.
    + ben size nasıl yardım edeyim?
    - grup terapisi verseniz? şöle kalabalık olanından .

    + bana şikayetlerinizi tarif edin.
    - hep yalnızım . çok sıkılıyorum. canım hiç bişey yapmak istemiyor.

    + depresyonda mısınız?
    - yok, girmeye üşendim.

    + size bir doktor arkadaşımı tavsiye edicem.
    - o da mı yalnız?
    + hayır psikolojik yardım amacıyla..
    - anladım. beni çift kişilikli yapabilir mi? böylece yalnız kalmam .

    + hayır ama isterseniz sizi öldürünce toplu mezara gömebilir.
    - sahi mi?
    + hayır.
    + anneniz hayatta mı?
    - bu hayatta değil.
    + peki annenizi hatırlıyor musunuz?
    - hayır. tek hatırladığım bana "seni leylekler getirdi" derdi.

    + bu normal. her çocuğa böyle derler.
    - ama beni leylekler geri getirmiş.

    + ailenizden görüştüğünüz birileri var mı? babanız, kardeşleriniz, teyzeleriniz?
    - hepsi ben küçükken bir trafik kazasında ölmüş.

    + bütün sülaleniz bir trafik kazasında mı ölmüş?
    - evet. bizde murat 124 vardı. onların arkası nasıl geniştir bilirsiniz. herkes binmiş. sonra arabayı kullanan babam karşıdan hızla gelen elektrik direğini görmeyince kaza olmuş.

    + anneniz de bu kazada mı ölmüş?
    - hayır arabada yer olmadığı için o arkadan koşuyormuş. kazayı görünce kalpten ölmüş.
    + anladım .

    + çocukluğunuzdan bahsedelim biraz. hiç arkadaşınız var mıydı?
    - vardı. sık sık telefonla konuşurduk. beni yeniden dinlemek için 9 a bas derdi. bütün gün konuşurduk. sonra evdekiler çok telefon parası geliyor diye onu aramamı yasakladı.

    + evdekiler? onlar kimdi?
    - bilmiyorum. karşı komşu işte.
    + şimdi hiç arkadaşınız var mı?
    - bana göre mi onlara göre mi?

    + tamam bu soruyu geçelim.. hiç sevgiliniz oldu mu?
    - önceki hayatımdakiler sayılır mı?

    + tamam bunu da geçelim.
    + büyük bir travma atlatmışsınız. böle travmaların en iyi ilacı zamandır.
    - bende o ilacın yan etkileri oluyor.

    + o zaman yeni arkadaşlar edinmeyi deneseniz? mesela bir sosyal çevreye girmeyi deneyin.
    - AB beni kabul etmedi.

    + daha kolay girilebilecek sosyal çevreleri deneseniz?
    - birleşmiş milletler gibi mi mesela

    + mahalledeki gençlerin grubuna katılın mesela..
    - ben kalabalık içinde kendimi daha yalnız hissediyorum ama.

    + hmm.. ..
    + o zaman geriye tek bir çare kalıyor.
    - neymiş doktor?

    + ben size en kısa zamanda bir trafik kazası ayarlamaya çalışacağım.
  • FIKRA{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    Malum zamanların birinde KAYSERİ'DE
    Amerikalıların yardımı ile karayolu çalışmaları yapılıyormuş.

    Bölgeye yakın bir köyde de Köylüler bir patika yolu yapıyorlarmış.
    Bunun için bir eşeği tepeye doğru kovalayıp Onun geçtiği yeri sertleştirerek yolu tamamlıyorlarmış. Malum hayvan içgüdüsel olarak hedefe doğru en az yorucu yolu seçer ya!...

    Bu köylüler, O sırada orada vazifeli olan bir Amerikalı mühendisin dikkatini çekmiş.
    Mühendis olanları merak ederek tercümanı -ya da karayolu
    projesinin bir Türk Yetkilisi-ile yanlarına gitmiş
    -'Kolay gelsin, ne yapıyorsunuz burada böyle?'
    İçlerinden en uyanık olanı;
    -'Yol yapıyoz' diye cevap vermiş.
    -'E, bu eşek ne işe yarıyor?'
    Köylü genel işlem sırasını şöyle bir anlatmış. Eşeğin yolun nereden geçeceğine karar verdiğini söylemiş.

    Amerikalı mühendis çok ilginç bulduğu bu fikre yerlere yatmış gülmekten:
    -'Eee...Eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?'
    -'O zaman Amerika'dan mühendis getirtiyoruz!!!!!'

  • FIKRA{[blog_date]}.
    {[search_results_topic_info]}

    Bektaşi, evinde misafir olduğu için, karpuzcuya uğramış :
    -İyi karpuzun var mı?
    -Kurabiye gibi baba, güven bana!
    -Peki öyleyse iyi bir tane ver bakalım.
    Karpuzcu birini seçip vermiş.Baba erenler, almış ve eve gitmiş.
    Bektaşi, yemekten sonra, konuklarının önünde karpuza gururla bıçağı vurmuş.Fakat o ne?İlk bıçak darbesinden sonra etrafı koku salmış.Karpuz ikiye ayrılınca, foş diye çürüyen içi masaya yayılmış.Tabii her taraf berbat, Bektaşi ise mahçup olmuş.
    Baba, sabahı zor etmiş ve soluğu karpuzcuda almış :
    -Erenler, seni tebrik ederim?
    Karpuzcu şaşırmış :
    -Hayrola baba, beni niye tebrik ediyorsun?
    Bektaşi :
    -Ulan kesmeden, delmeden o karpuzun içine nasıl sıçtın, doğrusu şaşıp kaldım.Seni onun için tebrik ediyorum.

  • {[search_results_topic_info]}

    ATATÜRK'Ü SEVMEK

    Bırak artık o yıpranmış şeyleri
    O çelenkmiş,yakaya rozetmiş falan filan
    Atatürk'ü sevmek mi istiyorsun?
    Aç gözlerini uyan!

    Köylere koş
    Büyük kentin gecekondu mahallelerine
    Okulsuz,ışıksız,susuz o cehennemlere
    Elinden tutmasını istiyor senin,koş
    Atatürk'ü sevmek bu
    Gerisi yaldızlı yalan
    Boş!!!

    İnanma o cek, cak,cuklu dolmalara
    Milletin karnı tok yalanlara
    Kırk kişi mi var bir sınıfta?
    Atatürk'ü sevmek bu.
    Ekmek kadar kutsal mı kitap?
    Orada işte orada koş
    Gerisi yaldızlı yalan
    Boş!!!

    Gidebiliyor musun köylere okul yapmak için?
    Su akıtabiliyor musun bozkırlara masal çeşmesinden?
    Işık olabiliyor musun ha,ilaç,doktor,öğretmen?
    Orada,işte Anadolu'da seni bekliyor,koş
    Atatürk'ü sevmek bu
    Gerisi yaldızlı yalan
    Boş!!!

    Halim Yağcıoğlu

  • {[search_results_topic_info]}

    Günlerden bir gün

    Hamama gideceği tuttu,

    Sadrazam hazretlerinin

    Bir yanında birinci veziri

    Bir yanında ikinci veziri

    Bir yanında üçüncü veziri.

    Sonra efendime söyleyeyim

    Peşkircibaşı,

    Nalıncıbaşı

    Sabuncubaşı

    Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile

    Peştamal takıp girdiler hamama

    Geçtiler kurnaların başına

    Üçer beşer

    Sadrazam deseniz

    Kuruldu göbek taşına

    Yan gelip yattı

    * * *

    Memleketin en ünlü tellakları

    Sardılar dört yanını

    Kimi elini kaptı, kimi bacağını

    Bir keseleme sürtme faslı başladı.

    Tam on iki saat

    On iki ünlü tellak

    incitmeden keselediler

    Hazretin mübarek vücudunu.

    Öylesine kir çıktı ki sormayın

    Her biri nah parmağım gibi

    Aman efendim bu ne kiri

    Demeye kalmadı

    Keselerin altında eriyip gitti

    Koskoca sadrazam

    Bütün maiyet erkânı yerinden fırladı:

    - Nettünuz devletliyü?

    Dediler tellaklara.

    Tellaklar cevap verdi:

    - Biz yıkadık, keseledik.

    Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik.

    Suç bizde değil.

    Neyleyelim

    Kir bitti

    Sadrazam elden gitti.

    !!!

    Ümit Yaşar Oğuzcan

  • {[search_results_post_info]}

    Merhaba Hamza Bey
    Nejla'nın şiirlerine neden ulaşamadım.Kitabın kapak resmi var da,içindekiler nerede.Ben mi ulaşamadım,acaba.Yardımcı olur musunuz?

  • {[search_results_topic_info]}

    Gökkuşağının Hikayesi

    Gökkuşağının hikâyesini bilir misiniz?

    Bir gün renkler tartışmaya başlamış, hangimiz daha güzeliz diye. Sarı; 'ben güneşin rengiyim insanların içini ısıtanım' demiş. Kırmızı; 'ben aşkın, tutkunun rengiyim insanlar benim için her şeyi yapabilirler, en güzeliniz benim' demiş. Yeşil; 'ben yerdeki güzellikleri oluşturuyorum' derken, mavi; 'ben hem yerdeki, hem gökteki en güzel renk değil miyim' demiş. Tutuşmuşlar kavgaya böylelikle. Tartışmaları süre dursun bir yağmur almış etrafı. Nedir bu kavganız, sizi öyle bir hale getireceğim ki bir aradayken en güzel halinizi alacaksınız demiş ve o günden sonra her yağmur sonrası gökkuşağı sarmış etrafını dünyanın...

  • {[search_results_topic_info]}



    ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ


    Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

    İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
    birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

    Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
    içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

    İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
    "Sırf senin hatırın için ey su" diye...

    Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
    birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
    çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

    Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
    "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.

    Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
    alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

    Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
    seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
    yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
    Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...

    Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
    etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

    Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
    ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
    artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
    Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
    çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

    Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
    başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
    gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
    karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
    nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
    çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
    ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

    Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
    nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
    bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
    Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.


    Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
    "Seni seviyorum" demek yetmemektedir...

  • {[search_results_topic_info]}

    YA BİR GÜN TERK EDERSE BİZİ…


    Sesler...

    Bedenimizi ya da ruhumuzu çevreleyen sesler...

    Dış sesler...

    Sokağınızdan geçen eskicinin yanık sesi,

    komşunuzun bir fincan kahve isteyen dost sesi,

    uçurtmanızın içene dolan rüzgârın sesi,

    arka bahçenizdeki ağaçlara yeni yerleşen kuşların sesi,

    kucağınıza kurulan kedinizin mutlu ve güvenli sesi,

    komşu kızına aşkını dillendirmeye çalışan berber çırağının delikanlı sesi,

    özene bezene açılmış mantıların pişirildiği tencerede fokurdayan suyun sesi...

    İç sesler...

    Kimselere söyleyemedikleriniz,

    zaman zaman yüzünüzü muzipçe kızartan yaramaz sesler,

    aşkın sesi,

    gözyaşlarınızın sesi,

    dualarınızın sesi,

    niyetlerinizin sesi,

    yaralı gönlünüzden sızan kanın sesi,

    göğsünüzü dolduran ama bir türlü dış ses olamayan çığlıklarınızın sesi,

    sizden başka kimsenin duyamadığı, en çok sakladığınız, susturduğunuz iç sesiniz...

    Hiç düşündünüz mü peki?

    Ya bir gün iç sesiniz konuşmaya konuşmaya sonsuza dek susmaya karar verirse?

    Hangi yöne gideceğinizi, neyi seçeceğinizi, sevip sevmeyeceğinizi size söyleyen bir ses konuşmaz olursa bir gün sizinle?

    Küserse sezgileriniz duygularınızla el ele verip?

    Ne olur o zaman?

    Renksiz bir dünyanın solmuş ruhları olarak dolanmaz mıyız yerkürede?

    Dış sesleri de duyamaz olursanız böylece! Çünkü değil midir ki, dışı anlamlı kılan bir iç aranır eninde sonunda...

    Yüreğinizi nefes nefes dolduran iç sesinizi özgür bırakmadığınız için isyan etmez misiniz kendinize o zaman?

    Yaşamı ancak siz anlamlandırırsınız.

    Sizin sesiniz, sizin çığlığınız…

    Şimdi kulak verin yüreğinize, özgür bırakın içinizden yükselen sesleri. Bir gün, hep susturduğunuz ya da dinlemediğiniz için küsebilir sonsuza dek size...

    Hiç beklemediğiniz ve ona en çok ihtiyacınız olan bir günde...

    Gözyaşlarınızın ve de kahkahanızın sesini duymak istediğiniz bir günde

  • {[search_results_topic_info]}

    Romantik" denerek gerçekleştirilemeyen, yerçekimsiz sayılan bütün hayaller için..

    ÇEVRE NE DER?


    “Yahu kızım saçmalama!” , dedi ilkin. Sonra da üstten alan bir tavırla devam etti konuşmasına: “Böyle öneri mi olur? Kendine illa deli yaftası giydirmek istiyorsan başka bir dert bul! Bu yolla gülünç olursun ancak. Hem, çevre ne der? …” Uzadıkça uzadı…

    Son cümlesine takılıp kaldım. Farkında olmadan tam da benim söylemek istediğimi söylemişti çünkü:

    “Çevre ne der?”

    *****
    Hiçbir söz kaybolmaz, derler. Söylenen, hiçbir söz, kaybolmaz. Boşlukta dolaşır ve günün birinde mutlaka sahibini bulur. Halk arasında “Ahım tuttu”, diye bilinenin de bu olduğu söylenir.

    Düşündüm. On-binlerce yıldır söylenmiş olan, söylenmiş olabilecek bütün sözleri düşündüm. Atmosferde dolaşan ve boşluğa yayılan bütün kelimeleri ve cümleleri; yarattıkları ağırlığı...

    Sonunda, sadece bir “romantik” istek olarak algılanmasından; geri itilmesinden ürkmeden söylemek ve yerine getirmek istediğim bir hayalim var. Bu hayal gerçeğe döner mi, bilmem. Çünkü: “romantik” denerek; “ayakları yere basmadığı”, “gayri ciddi olduğu”, “kar marjı düşük olduğu”, “mantıklı olmadığı” gerekçesiyle; sözün, aya bakan yanını dışladıklarından beri söze hâkim olanlar; söz de kirlendi.

    Bir hayalim var.

    Milyonlarca kilometre kare’nin üzerinde yaşayan bütün Beyazlar, Siyahlar, Kızıllar, Çekik-gözlüler, Şişmanlar, Sıskalar, Uzunlar ve Kısalar… Güneyliler ya da Kuzeyliler yani. Ya da Doğulular ve Batılılar. Konuşanlar ya da söz hakkı en çok kendilerine verilenler. Yahut “azınlık” oldukları için kendi aralarında ya da belki kendi içlerine konuşanlar. Rock’çılar, Metalciler, Hip-Hop’çılar, Klasikçiler, Arabeskçiler, Ünlü’ler, Ünsüz’ler… İşi kelimelere düşen herkes... Yani herkes. Hepimizin sustuğu bir tek gün…

    Onu dinleyelim. Tek başıma sustuğumda duyamıyorum. Hepimiz susmalıyız. Durmalıyız. Hiçbir kilit, şartel, ağız kıpırdamasın. Ölünmesin, ölünmüşse bile defnedilmesin. O gün toprağı karıştıranlar yalnızca solucanlar olsun örneğin.
    Yürümeyelim, sevişmeyelim, konuşmayalım. Atmosferde dolaşıyor söz. Kim bilir, belki yığılıyor. Kirleniyor sonra. Kim bilebilir?

    Hem bunca yıl yüksek sesle konuşanları ve yasalarını gördük. İyi bir dünya vaatlerinin ve söylemlerinin sonunda, alnında, koca bir delik açıldı, duymaya tahammül edemediği yalanlardan. Ve içimizde dolaşan ne kadar söz, sır varsa, bütün yıldızlar biliyor, gezegenler biliyor, ay, güneş, evren biliyor artık.

    Savaşmayın. Savaşlardan bahsetmiyorum. Kaldı ki savaşlar zaten, sonunda aynı masaya oturup parselleri hesaplayanların ve konuşanların ve konuşmaya ya da susmaya ya da susturmaya karar verenlerin; yani fabrikaların, silah tacirlerinin, petrol şirketlerinin, ilaç şirketlerinin, uyuşturucu tekelcilerinin bahanelerinin sonucu yalnızca.

    Biz, yani, “insan”. Kendi yağımızda kavrulup gitmekten başka derdi olmayan insan. Bize ise; çoğu kez nedenini bile bilmediğimiz bir kavganın sonrasına bırakılan; payı, hep, güzel bir dünyada yenmek üzere ertelenen ve yenilemeyecek, talan artığı bir pasta için savaşmak düşüyor. Susalım. Konuşmayı başarır onlar. O gün, hele de onlar hiç konuşmasın! Çünkü bütün kavgalarına ve hırslarına rağmen, eninde sonunda bir yuvarlak masa etrafında oturacak; suları tutacak, toprakları ayıracak, bombalarının haklı gerekçelerini anlatacak olanlar da onlar. Kararları imzalayacak, dünyanın varlığına ihanet ettikleri halde, bize, (tercümanlar aracılığıyla “translate” edildiğinde değeri olmayan, her dilin kendi tınısında güzel olan) “aynı dünyanın insanlarıyız” diyecek olanlar da onlar. Savaşmanın nedenini buldukları gibi, birbirleriyle el sıkışmanın nedenini de bulurlar.

    Yemeyip, içmeyelim. Açlıktan ölünmüyor bir günde; Etiyopya’da gördük, Ölüm Oruçlarında da…

    Arabaların kornalarından, klaksonlardan, vapurlardan, sirenlerden, fabrikaların bacalarından, dumanların ağırlığından, gazlardan ve dahasından söz etmiyorum. Bunları susturmak, durdurmak yetmez. Ancak kendimiz de susarsak belki duyabiliriz sesini diyorum.

    Bir derdi olmalı, yoksa niye bu kadar ağrısın ki?

    Sadece kötü sesler değil sözünü ettiğim.

    Hiçbir temsil olmasın.

    Ezanlar okunmasın, çanlar çalmasın; ders zilleri, marşlar, ağıtlar, senfoniler ya da konçertolar.

    Bütün sopranoları ve tenorları toplayalım. Onu dinlesinler iyice. Kompozitörler duydukları sesleri iyice işlesinler içlerine ki, bu kez onun müziği yapılabilsin.

    Bütün yazarlar ellerinde kalemleri onu dinlesinler ve onun lisanını, imlasını bulup yazsınlar.

    O gün, tıpkı bir Antik Yunan Tragedyasını seyre gelmiş gibi, sırt sırta yığılıp dinleyelim Onu. Bütün bilim adamlarına, kâhinlere, öngörülere ve bilimsel verilere rağmen kendisini bu kaçınılmaz sona götüren binlerce yıllık trajik hatamızı bu kez onun ağzından, kendi sesinden dinleyip, izleyelim.

    Bütün ressamlar onu izlesinler, son halini. Biliyorum manzara resimlerinin -bir tür taklitten öteye gitmedikleri için- sanatsal, estetik değeri yok bugün; bu doğru. Ama yarın değer kazanacaklar. Ressamlar manzara resimleri yapmaya başlasınlar yeniden.

    Nasılsa fazla sürmez.

    Bu gidişle ağacı yeşil, denizi mavi görebilmek için manzara resimleri koyacağız pencerelerimizin önüne. Başka türlü, onun bir zamanlar aslında çok güzel olduğuna kimi inandırabiliriz ki?

    Bana sorarsanız çoğumuz onu tanımıyoruz bile! Kimdir, nerden geldi? Güneşten kopmuş ve soğumuş diyenler var. Güneş, annesi midir, sevgilisi mi? Bu kadar ısınmaya, buzullarını eritmeye başladığına göre özlemi büyümüş olabilir mi?

    Bir gün ayıralım. Ve onu duymak için kendimize bir yer bulalım. Artık, suni gübrelerle yeşerttiğimiz çimlerin üzerine uzanıp ya da manzarasında bir nükleer santralin bulunduğu bir yere oturup onu dinleyelim. Ayaklarımızı fabrika atıklarının aktığı bir suya sarkıtıp derdine kulak verelim. Belki o zaman duyarız, belki o zaman görürüz ve belki ancak o zaman anlarız ne kadar yaşlandığını ve hastalandığını.

    “Bugün sahne senin”, diyelim. Söz senin. Ses, efekt, ışık senin. Biz, hepimiz, senin altın tiradın için sustuk ve durdurduk her şeyi.
    Şehre inmeye korkan, dağların inine gizlenmiş rüzgârını çağır. Günahlarımızı yıkamaktan usanan yağmuru, hizmetimize verdiğin ve kovduğumuz, incittiğimiz, kapattığımız hayvanlarını... Uyuyamayan ayılarını, sessiz sedasız yer değiştiren mevsimlerini, vakitsiz açan, solan, kuruyan çiçeklerini. Seyredip, dinleyeceğiz yalnızca. Bağırmanı, ağrımanı, yıkılmanı, inlemeni ve belki de tutmakta olan ah’ını duymak için orada olacağız.

    Bir hayalim var. Yılın bir gününde, en azından bir gününde susmayı ve onu dinlemeyi sağlamak istiyorum. Biliyor musunuz on-binlerce yıldır dolaşıyor söz, hareket ediyor ve kendimizi duymaktan başka derdi olmayan biz, onun sesini duymuyoruz.

    ****

    Düşüncelerini aklın yerçekiminden kurtarmadan nasıl incelebilir ki insan? Bir ideale nasıl sarılabilir? Çevre’yi, çepeçevre, nasıl görebilir? “Çevre ne der?” sorusunu hakkıyla nasıl düşünebilir?

    “Çevre” bu geri dönülmez yok oluşa doğru hızla giderken “söze susmakla başlamak lazım”. Çünkü bir şeyi çözmek için önce anlamak gerekir. Anlamak için dinlemek. Dinlemek içinse susmak...

    Pervin OKUR

    (2007, Çevre Vakfı için yazılan yazı)


  • Gelinim{[blog_date]}.
    {[search_results_post_info]}

    Evet,
    İlk kez dün gece güzel bir şiirin "gelinim" in doğuşuna şahit oldum,Duyguseli66 da radyo da Türkü'den Diyar Diyar isimli türkü-şarkıyı dinlerken Sayın Hamza Beye esin perisinin gelişini,diğer misafirlerle birlikte hissettik, bu paylaşım anı için ne söylenebilir ki.
    İnsanın yaşamı boyunca böyle bir ana tanık olabileceği kaç fırsat çıkabilir ki karşısına.
    Bu güzel şiiri için Hamza Beyi kutluyorum.O anı ,duygularını bizlerle paylaştığı için çok teşekkür ediyorum.
    Yüreğinize,ağzınıza,kaleminize sağlık.

  • {[search_results_topic_info]}

    GÜNEŞİ UYANDIRMAKTAN GELİYORUM...

    Hep karanlığın gizeminde kaybetme nedenlerimi bulmaya çalıştım. Tuttuğum nefeslerim geldi aklıma. Kelimeleri susturmak için yutkunmalarım. Bakışlarıma düşmesin diye gün ışığı, gözlerimi yumardım. Dizlerimi bağlardım sana koşmamak için. Ellerimi dolardım kendime.Yakarmak istemiyordum seni Tanrı\'dan. Olmayacak duaya amin dememeyi çoktan öğretti hayat. Beklentilerle hareket etmemeyi ve sadece susuyordum. Yapabildiğim en güzel ve bana ait en özel tavrımı takınıyordum sana.

    Sana ait güzeli-çirkini, iyiyi, kötüyü hazmediyor şimdi sevdam. Öğütüyorum duygumu. Belki adını koymak için, belki olan adından caymak için. Sana uzak kalıyorum. Bu, kendime yakın kılıyor beni. Kendimi mi senden çok seviyorum? Seni mi benden koruyorum? Bilmiyorum.. susuyorum...

    \"elimde bir harita var; hangi sözün bedeninin neresini dağlayacağını biliyorum \" diyorsun. Neye yarar bunların benim cümlelerim olmadığını bilmen? bak bu ayrılık; senden değil kendimden... Zaman geçti; başka bir masada bize yabancı iki suret olarak oturuyoruz.

    \"sonuncusunda adın geçiyor ama duymayacaksın\" diyor ya sesin o an adına dair binlerce hikaye kurguluyorum. Hiçbirini beğenmeyeceksin; biliyorum. Hikayeler yazarım ben, şairane sözler uzağımda!
    \"hayat çarpmış sana; içindeki sıkıntı bundan\" diyorum.
    \"maça kızı hep benim elimde olacak\" diye cevap veriyorsun.
    Oysa oyun o kağıtla bitmiyor. Bak bu ayrılık; senden değil kendimden...
    Yollara düşemeyecek kadar çocuktu, bu yüzden sana emanet ettim o düşü. Büyümesine izin verme...
    Bak; bu ayrılık...
    \"sana hoşçakal diyemem ama şimdi gitme vakti \" diyor bir şarkıda...
    Susayazma mevsimi geldi benim için, sanırım...
    Susmalı, durmalı biraz...

    Vakit yazıya dönüşe vurunca gelmeli; belki bir daha hiç yazmamalı...

    Bugün garip bir gün; yağmur sıkıntısı var bu gri şehirde...
    Daha önce demiştim ya \"gitmek için yağmurları beklemeliydin belki de\"...

    Bir iki saat içinde yağmura keser hava...
    Yani gitmek için doğru zaman...
    Yazmamak için bir sürü neden...
    Nasıldı bu şarkının devamı?...
    Her şeyi burada senle bırakıyorum…
    Sevgimi, umutlarımı, yarınlarımı… en kötüsü yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımı…. Hepsini sana bırakıyorum. Belki onlara baktıkça beni hatırlarsın. Ne denli büyük bi hata yaptığını… aslında hiç değmeyecek ufacık şeyler için beni ne kadar büyük bir kırgınlıkla bıraktığını…
    Sevgin o kadar küçükmüş ki… yama bekleyen elbiselerin arasında bıraktım seni. Bir daha asla tamir edilememesi için. Yırtılmış, parçalanmış… tıpkı senin benim kalbimi parçaladığın gibi….
    Geriye dönüp baktığımda yanmış bir aşk görüyorum… her köşesinde ayrı bir acı, ayrı bir iz…. Asla silinmeyecek … çıkmayacak yara…
    Bir insan en fazla ne kadar kırılabilir ki? Ne kadar incinebilir?
    Hayattaki en acı şeydir sevdiği insan tarafından kırılmak. Sen beni kırdın. Hemde hiç değmeyecek bir nedenle. Keşke affedebilsem seni. Keşke şu lanet olası gururumu p yanında kalabilsem.
    Hiç ister miydim sana böylesine aşıkken çekip gitmeyi? Burada çaresiz bir başına bırakmayı?
    Sen benden çok şey çaldın. Sana hakkımı helal etmiyorum….
    Kalbimi sende bırakıyorum giderken. Daha fazla kır acıt diye. Nede olsa alışıksın sen…

    Mutlu ol diyeceğim ama sen mutlu da olamazsın

{[search_results_for_user]} saime
En iyi Kozanli hemserimiz
konular: 110
sayfa 1 * 3 « sayfa 1 2 3 sayfa »

EGER SIZLERE YARDIMCI OLDUYSAM NE MUTLU BANA...TEKRAR ZIYARETINIZI BEKLERIZ
Ziyaretci
0 Üyeler ve 3 Misafirler Baglilar.

yeni üyemiz olarak hosgeldiniz: Bab
giris yapanlar
{[counter_v_yesterday_today_online_guests]}

Forum istetistikleri
Forumun var 1369 konular ve 1775 yorumlar.

Bugün0 üyelerimiz burdaydilar:



Xobor Ein Kostenloses Forum von Xobor.de
Einfach ein Forum erstellen
Datenschutz